30 Aralık 2014 Salı

Padişah Konmaz Saraya Hane Mamur Olmadan...



Vasıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dur olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde ta ki pürnur olmadan

Sür çıkar ağyarı dilden ta tecelli ede Hakk
Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan

Hakk cemalin Kabe'sini kıldı aşıklar tavaf
Yerde Kabe, gökyüzünde Beyt-i Mamur olmadan

Mest olanların kelamı kendiden gelmez veli
Ya niçin söyler Ene’l-Hak, kişi Mansur olmadan?

Mest olup meydane geldim ta ezelden ta ebed
İçmişem aşkın şarabın ab-ı engur olmadan

"Mutu kable en temutu" sırrına mazhar olan
Haşr u neşri bunda gördü nefha-i sur olmadan

Aşıkın çok derdi amma sırrın izhar eylemez
Söylemesi terk-i edeb çünki destur olmadan

Bir acaib derde düşmüş tutuşur Şemsi müdam
Hakk'a makbul olmak ister, halka menfur olmadan

Şemseddin Sivasi Hz.

Kelimeler:

Vasıl: Kavuşmak
Dur: Uzak
Kenz: Hazine
Pürnur: Nurla dopdolu
Ağyar: Allah’tan gayrısı, yabancı
Dil: Kalb, gönül
Tecelli: Görünme, bilinme
Hane: Kalb
Mamur: Güzelleşmiş, şad olmuş, tertemiz
Beyt-i Mamur: Yedinci kat semada bulunan ve Kabe'nin tam hizasında, meleklere kıble ve tavaf mekanı olan kudsi bina
Mest olanlar: Allah aşkıyla sarhoş olanlar, hayran kalıp kendinden geçenler.
Ene’l-Hak: Aşkın baskın gelip aklı örtmesiyle ve manevi sarhoşlukla, kişinin kendindeki Allah’ın nurlarını görmesi ve dilinden dökülen kelam. Şatahat. Kişi, haşa Allah olmaz ama Allah’ın nuru istila ettiği için Hakkı kendinde bulur, kendinde görür. Bir deryada boğulmuş gibi… Güneş ışığını kendi aynasında görenin, “güneş benim”, “güneş bende” demesi gibidir.
Mansur: Hallac-ı Mansur hazretleri. Enel hakk kelamı ağzından çıktığı için cezalandırılmış, asılmıştır. Lakin, Allah aşkıyla sarhoş olduğu için Hak katında mazurdur. Kelamı tevil edilmemiş, “Enel Hak” bahsinde yazdığımız hale düçar olmuş, kapılmış; sözü ise yanlışlık sonucu küfür sayılmıştır.
Ab-ı engür: Üzüm suyu, şarap
Mutu kable en temutu: Kudsi Hadis-i Şeriftir. “Ölmeden önce ölünüz”. Yani ölmüş gibi dünyadan, nefsinden, arzularından vazgeçmek; cismini ve canını Allah yoluna sermek. İradesini, işlerini Allah’a teslim ederek, tam boyun eğmek.
Mazhar olmak: Kendinde görmek, kendinde bilmek.
Haşr u neşr: İlk insandan son kişiye bütün ölenlerin dirilip Kıyamette mahşer günü toplanması ve hesapları görülerek Cennete ya da Cehenneme gönderilmeleri…
Nefha-i Sur: Kıyameti başlatıp dirilmeyi haber verecek olan İsrafil As.’ın üfüreceği nesne.
İzhar: Belli etmek, göstermek, açıklamak
Terk-i edeb: Edepsizlik, kötü ahlak, yerince davranmamak
Destur: İzin
Müdam: devamlı, her daim
Makbul: Rızayı kazanmış
Menfur: Sevimsiz, nefret edilen. Yani halkın gözünde maharetiyle, ilmiyle, ameliyle, ahlakıyla şöhret sahibi olmayı, bir nevi maksad harici, bir nevi gizli riya sayıyor. Allah’a öyle kul olayım ki beni yalnızca O bilsin. Başkasının takdir ve beğenisi, bunu kalbden ummak, yolumuza aykırıdır, bizi Allah’tan ayırır, diyor.


29 Aralık 2014 Pazartesi

Kertenkelenin Rasulullah Efendimize Şahitliği



İbn Ömer ve İbn Abbas şunu anlattı:

Suleym oğullarından çölde yaşayan bir bedevi, bir kertenkeleyle karşılaştı. Onu avlayıp cebine koydu. Ailesine götürüp kesmek, kızartmak ve yemek istiyordu. Karşısına bir topluluk çıktı.

- Bu topluluk nedir? Niçin toplanmışlar? diye sordu.

- Kendisinin peygamber olduğunu söyleyen bir adamın etrafında toplanmışlar. O adam, Abdullah’ın oğlu Muhammed’dir, dediler.

Topluluğu yara yara Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin yanına geldi ve:

- Lat ve Uzza’ya yemin olsun! Ben, senden daha çok kızgın olduğum hiç kimseye selam vermedim. Eğer kavmim bana çok aceleci adını vermese sana karşı çok acele eder, seni öldürür ve seni öldürmekle siyah beyaz herkesi sevindirir, Haşim oğullarını ve başkalarını da rahatlatırdım. Çünkü sen bizim ilahlarımıza hakaret ediyorsun. Muhammed, Sen büyücüsün. Kavmimin bana aceleci lakabını takmalarından korkmasaydım, şu kılıcımla senin boynunu vururdum, dedi.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz onu tanıdı ve:

- Ey Suleym oğullarının kardeşi! Seni, söylediğin şekilde hareket etmeye sevk eden nedir? Benim meclisimde, bana niçin ithamda bulunuyorsun? Müslüman ol, ateşten kurtul, dedi. (Hz. Ömer’den gelen rivayette şöyledir: “Ey süleym oğularının kardeşi, Allah’a yemin olsun ki muhakkak ben melekler nezdinde de insanlar katında da övülen beğenilen emin ve güvenilir bir kişiyim, öyleyse hiçbir mecliste bana hayırdan başka bir şey söyleme” )

Bedevi: “Lat ve Uzza’ya yemin olsun! Şu kertenkele sana iman etmedikçe iman etmem” deyip cebinden kertenkeleyi çıkarıp Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin önüne attı. Adamı yakalamak için Hz. Ömer onun üzerine atıldı. “Bana izin ver, bu adamın boynunu vurayım” dedi. Rasulullah efendimiz:

- Otur! Ebu Hafs (yani Ömer)! Bilmiyor musun? Halim (yumuşak) kişi neredeyse peygamber olacaktı, dedi

Adamın cebinden çıkarıp attığı kertenkele gerisin geri kaçtı. Peygamber efendimiz kertenkelenin yanına gitti. Rasulullah efendimiz ona:

“Kertenkele! Gel” dedi. Kertenkele gelince, kertenkeleye:

- Ey Kertenkele! dedi. Kertenkele: “Buyur! Saadetler dilerim”, dedi. Bunu herkesin anladığı açık bir Arapça'yla söylüyordu. Rasulullah efendimiz ona:

- Kertenkele! Kime ibadet ediyorsun? dedi. Kertenkele şöyle dedi:

- Ben gökteki arş’ın sahibi, yeryüzünün sultanı, denizlerde yol gösterici, cennette rahmeti, cehennemde azabı olan Zat'a ibadet ediyorum. (Hz. Ömer’den gelen rivayette: “Arşı gökte, saltanatı yerde, yolu denizde, rahmeti cennette, azabı ise cehennemde olan Zat'a yani Allah’a”)

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Ben kimim?” dedi. Kertenkele:

- Sen alemlerin Rabbinin Rasulü ve peygamberlerin sonuncususun. Sana iman eden dilediğine kavuşur. Seni yalanlayan Allah’ın rahmetinden mahrum kalır. Sen, Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammed’sin. Ey Allah’ın Rasulü! Sen doğrusun. Hidayet verilmiş olarak da mübareksin. Hidayet edici olarak da mübareksin. … (Hz. Ömer’den gelen rivayette: "Sen Abdullah oğlu Muhammed’sin, alemlerin rabbinin resülüsün, peygamberlerin mührüsün, takva sahiplerinin imamısın, abdest uzuvları parıl parıl parlayan ümmetleri naim cennetlerine götüren önderisin, sana inanan seni doğrulayan ve sana hakkıyla uyan kimse muhakkak kurtulmuştur, seni yalanlayıp sana karşı gelense kesinlikle hüsrana uğramıştır")

Daha sonra kertenkele sustu. Bunun üzerine Bedevi:

- Ne tuhaf! Çölden avlayıp cebimde getirdiğim bir kertenkele Muhammed’e bu sözleri söylüyor ve onun hakkında bu şehadeti yapıyor. Ben bir hiç olmak istemiyorum. Tek olan, ortağı olmayan Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğuna, kıllarımla ve derimle herşeyimle gizlide ve açıkta şehadet ediyorum. Vallahi, sana geldiğimde yeryüzünde senden daha çok kızdığım birisi yoktu. Ama şu anda sen bana, kulağımdan, gözümden, ebeveynimden ve çocuğumdan daha sevimlisin, dedi. Bedevi Müslüman oldu hem de iyi bir Müslüman oldu. Rasulullah efendimiz Ashabına:

- Bedeviye bazı Kur’an surelerini öğretin, dedi. Sonra da: “Seni benim vasıtamla hidayete erdiren Allah’a hamdolsun" dedi.

(Hz. Ömer’den gelen rivayet şöyle devam ediyor: Bu mucizeyi gören bedevi, gülerek arkaya doğru gidince, Resulullah efendimiz “ey beni süleymin kardeşi, önce Allah ile sonra da benimle mi alay ediyorsun” buyurunca “o gördüğümden sonra duyduğuma uyamam. Vallahi sana gelirken senden çok kızdığım kimse yoktu. Şimdi ise sen bana, ana ve babamdan, iki gözümden hatta canımdan daha sevgilisin; elbette ben seni içimle dışımla, gizlim ve açığım neyim varsa, hepsiyle seviyorum” dedi.

Bunun üzerine Resulullah efendimiz “(Seviyorum demen yetmez) İslam’a gir kurtul!” buyurunca bedevi “şahitlik ediyorum ki Allah’dan başka hiç bir ilah yoktur ve şüphesiz ki sen gerçekten Allah’ın elçisi Muhammed aleyhi selamsın” diyerek Müslüman oldu. Bunu duyan Resulullah efendimiz çok sevinerek, iki ayakları üzerine doğrulup ayağa sıçradı, sonra mübarek ellerini birbirine vurarak “ey beni süleymin kardeşi, ne mutlu, ne mutlu, bize kafir olarak geldin, yanımızdan bahtiyar olarak ayrılıyorsun” dedi.)

Kaynaklar :

Beyhaki, Delailu’n Nubuvve, 6/37; Ebu Nuaym, Delailu’n Nubuvve, 134; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, 6/171,149, (Suyuti, bunu Hasaisu’l Kubra’da (2/65) el Evsat ve es Sağir’inde Taberani’ye, İbn Adiyy’e el Mu’cizat’ta Hakim’e, Beyhakiye, Ebu Nuaym’a ve İbn Asakir’e nisbet etmiştir); Zebidi, ithaf, 2/206, 7/194; Kadi lyad, eş Şifa, 1/595; Suyuti, Camiu’l Kebir, 1/1124.

28 Aralık 2014 Pazar

İblis'in En Neşelendiği İş

Şeytanın en sevdiği şey, küçük çocukları Kur'ân-ı Kerim okumaktan alıkoymaktır

İbnü Abbas (r.a.) hazretlerinden rivayet olundu.

Buyurdular ki:

"Her akşam şeytanın (İblis'in) aveneleri (ona tâbi olanları) efendilerinin yanına dönerler. Her biri şeytanın önünde konuşup ona yaptıklarını rapor verip anlatırlar. "Şöyle yaptım", "böyle yaptım", "Falanca zahidi aldattım" derler. Hatta en küçükleri (en zayıfları ve yaptığını küçük görerek utananları) "Ben falanca sabiyyi (çocuğu) Kur'ân-ı Kerimi okumaktan alıkoydum" der. Hemen şeytan yerinden kalkar. Onu alıp yanına oturtur ve onun yaptığıyla neşelenip sevinir.

(Ruhü’l Beyan Tercümesi C:1 S:314)

İblis (Şeytan)




Fahri Razi Hz., İsra 64-65 Tefsiri:

Onların içinden, gücünün yettiği kimseleri, sesinle yerinden oynat. Onlara karşı süvarilerinle, piyadelerinle yaygara çıkar. Mallarına ve evladlarına ortak ol. Onlara vaad et. Şeytan, onlara bir aldatıştan başka ne vaad eder? “Benim gerçek kullarım var ya, senin onlar üzerinde hiçbir hakimiyetin yoktur. (Onlara) vekil olarak Rabbin yeter” (İsra, 64-65)

Bil ki İblis, âdemoğullarını kendisine bağlamak için, Allah’tan, Kıyamete kadar mühlet vermesini isteyince, Allah Teâlâ ona şunları söyledi:

1) “Defol git...” Bu, “Ben, sana bu müddet için mühlet verdim” demektir.

2) “Onların içinden, gücünün yettiği kimseleri, sesinle yerinden oynat” ifadesi. Arapçada, “korku onu yerinden oynattı, kökünden söktü, kuş gibi uçurdu” manasında denilir. Şeytanın sesi, onun insanları Allah’a İsyana, günaha davet etmesi, vesvese vermesidir. Bunun, şeytanın şarkısı, oyun ve eğlencesi demek olduğu da söylenmiştir. Ayetteki emir, tehdid üslubu iledir. Bu tıpkı, “Haydi yap, çalış, ama yarın başına ne geleceğini göreceksin!” denilmesindeki emir gibidir.

3) “Onlara karşı süvarilerinle, piyadelerinle yaygara çıkar” ifadesi. Ayetteki eclib kelimesi ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

a) Ferrâ şöyle der: “Bu, bağırmak çağırmak, yaygara koparmak demek olan celebe masdarındandır. Araplar tıpkı, “galebe” ve “galeb”, “şefekat” ve “şefak” dedikleri gibi, çoğu kez celebü derler. Leys ve Ebu Ubeyde de, gerek edebe, gerek celebe şekillerinin, bağırıp çağırmak manasına geldiğini söylemişlerdir.

b) Zeccâc, bu fiilin celebe ve edebe kalıplarının, bir kişi yanında süvariler birikip, düşman üzerine saldırdığında, şeklinde kullanıldığını söyler.

c) İbnü’s Sıkkit de, “Onlar, ona yardım ediyorlar” manasında, şeklinde kullanıldığını söylemiştir.

d) Sa’leb, İbnü’l Arabî’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Bir kimseyi, bir kimsenin kötülüğü tehdid edip, o bir kimse aleyhine, bir grup birleşince, denilir.” 

O halde, ayetteki bu lafzın manası, Ferra’ya göre “Piyadelerin ve süvarilerinle, onlara karşı yaygara kopar” şeklinde; Zeccac’a göre, “Onlar üzerinde, yapabileceğin her türlü hile ve tuzağını yap” şeklinde olur. Bu görüşe göre, bi haylike ifadesindeki bâ harf-i cerri, zaide olur. İbnü’s-Sikkît’e göre ise bunun manası, “Atınla, arabanla, topunla, tüfeğinle onların aleyhine, kendine destek sağla” şeklinde olup, buna göre fiilin mef’ulü hazf edilmiştir. Buna göre sanki şeytan, insanları aldatmak için, süvari ve piyadelerinden destek alır. Bu da, İbnü’l Arabi’nin görüşüne yakın bir görüştür.

Hayl ve Recil Kelimelerinin Anlamı

Alimler, buradaki “hayl” ve “recil” kelimelerinin manaları hususunda ihtilaf etmişlerdir:

1) Ebu’d Duhâ, İbn Abbas (r.a)’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Allah’a isyan ve günah nüfusunda çalışan her binitli ve yaya, İblis’in süvarisi sayılır ve onun ordusundandır.” Bu ifadenin içine, Allah’a isyan eden her binitli ve yaya girer. Bu izaha göre, şeytanın “hayli” ve “recili”, Allah’a karşı günaha teşvik hususunda şeytana ortak olan, onun gibi davranan herkes girer.

2) İblisin, bir kısmı yaya (piyade), bir kısmı süvari olan, şeytanlardan müteşekkil bir ordusunun bulunması da muhtemeldir.

3) Bununla, bir darb-ı mesel (benzetme) kastedilmiştir. Bu tıpkı, işinde ciddi olan kimseye, “Sen bize süvarini, piyadeni getir” demen gibidir. Bu izah, doğruya daha yakındır. Çünkü “hayl” (at), kelimesi, “süvari” manasına da kullanılır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) “Ey Allah’ın süvarileri, binin” buyurmuştur.

Bu kelime, esas olarak atlar için kullanılır. O halde burada kastedilen mana, birincisidir. 

4) “Mallarına ve evlatlarıma ortak ol” ifadesi. Diyoruz ki: şeytanın, insanlara mallarında ortak olması, onun mallar hususundaki yaptığı her türlü çirkin tasarruflardır. Bu çirkinlik ister insanın, hakkı olmadığı halde mal alması, gasp etmesi sebebi ile olsun yahut da malı, kullanılmaması gereken yerde kullanma sebebiyle olsun, bu ifadenin içine, faiz, gasb, hırsızlık ve benzeri dinen caiz olmayan muameleler girer. Kadi de böyle söylemiştir ki bu, güzel bir anlayıştır. 

Müfessirler bu hususta birtakım izahlar yapmışlardır: Mesela Katade, bunun, Arapların “bahire” ve “sahibe” adını verip, bazı helâl develeri haram saymaları olduğunu söylerken; İkrime bunun, müşriklerin, hayvanlarının kulaklarını delmeleri manasına olduğunu söylemiştir. Bunun, onların mallarından, Cenâb-ı Hakk’ın dışında, putlarına hisse ayırmaları olduğu da söylenmiştir. Bu, “Onlar, kendi boş zanlarınca, “Şu Allah’ın, şu da ortaklarımız (olan putların)” dediler” (En’am 136) ayetinde ifade edilen şeydir. En doğru olan, Kâdî’nin yaptığı tefsirdir.

Şeytanın Evlatlara Ortaklığı

Şeytanın, insanlara, evlâdları hususunda ortak olmasına dair alimler şu izahları yapmışlardır:

1- Bu, şeytanın, onları zinaya sevk etmesidir. Esamm bu görüşü, “çocuk, ana-babasının zinasından dolayı kınanamaz” diyerek tenkid etmiştir. Buna şöyle cevap verilebilir: Bununla, şeytanın çocuk edinme esnasında ana babaya ortak olmaları kastedilmiştir. Bu ortaklık da, onun onları zinaya davet etmesi ile olmuştur.

2- Müşrikler çocuklarına, Abdullat, Abduluzzâ (Lâfın kulu, Uzza’nın kutu) şeklinde adlar koyuyorlardı.

3- Onların, çocuklarını, yahudi ve hristiyanlık gibi batıl dinlere teşvik etmeleridir

4- Onların, çocuklarını öldürmeleri ve diri diri gömmeleridir.

5- Onların, çocuklarını çeşitli ahlaksız şiirleri ezberlemeye, adam öldürmeye savaşa ve âdi çirkin mesleklere sevk etmeleridir. Bu hususta, genel kaidenin şöyle olduğu söylenebilir: İnsanın, çocuğu hususunda, onu dinen yasak olan kötü ve çirkin bir şeyi yapmaya götüren her türlü tasarrufu bu ifadenin içine girer.

Şeytanın Aldatma Yolları

5) idhüm “onlara vaad et” ifadesi. Bil ki şeytanın maksadı, batıl inançlara, batıl amellere teşvik etmek ve salih amellerden nefret ettirme olunca, bir şeye teşvikin de ancak, o şeyin o kimseye, yapılması halinde kesinlikle zarar vermeyeceğini, aksine büyük faydalar sağlayacağını anlatmakla; bir şeyden nefret ettirme de, ancak o kimseye onu yapmada bir faydanın bulunmadığını, yapılması halinde büyük zararlara gireceğini anlatmakla olacağı malumdur.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki, şeytan insanı günaha çağırdığında, onun ilk önce, insana bunu yapmada hiçbir zararın olmadığını anlatır. Bu da ancak şeytan, “Ahiret yok, cennet yok, cehennem yok. Bu dünya hayatından sonra başka bir hayat yok” demesi ile olur. Böylece, o insanın aklında, bu günahları işlemede hiçbir zararın olmayacağı fikri yer eder. Şeytan onu bu noktaya getirdiğinde, insana, yapacağı bu fiilin çeşitli lezzet ve sevinci sağlayacağını, insan için sadece bu dünya hayatının söz konusu olduğunu, bu hayatı hakkıyla yaşamamanın bir aldanış, bir zarar olduğunu anlatır. Nitekim şair demiştir ki:

Sevinç ve lezzetten nasibinizi alın. Zaman her ne kadar uzasa bile, ancak ne var ki, her şey bitip tükenir.” 

İşte şeytanın günaha davet yolu budur. Onun, taat ve ibadetlerden nefret ettirme yolu ise şudur: O önce insana bunlarda bir fayda olmadığını telkin eder. Bunu da şu iki şekilde yapar:

a) Şeytan insana, “Cennet de yok, cehennem de yok, mükâfat da yok, azab da yok” der.

b) Yine der ki: “Bu ibadetlerin ne ibadet edene, ne de edilene bir faydası var. Binâenaleyh sırf abes ve boş bir şeydir.” 

İşte şeytan bu iki yol ile, insana, ibadetlerde hiçbir fayda olmadığını telkin eder. Bunları tamamlayınca, telkinine söyle devam eder: “Hem sonra bu ibadetler, büyük bir yorgunluğa ve sıkıntıya sebep olur. Bu ise büyük bir zarardır.” İşte şeytanın gerçeği ters yüz ettiği ana noktalar bunlardır. Ayetteki “Onlara” ifadesi, bütün bunları içine alır. Müfessirler de, buna şu manayı vermişlerdir: “İnsanlara cennet, cehennem olmadığını söyleyerek vaadlerde bulun.” Bazıları da buna, “O insanlara, ileride tevbe edersin, henüz gençsin, diyerek vaadde bulun” manasını vermiştir. Diğer bazıları da bu tabire “insanlara batıl kuruntular vererek, vaadde bulun” manasını vermişlerdir. Bu, mesela onun, Hz. Âdem (a.s)’e, “Rabbiniz size bu ağacı, başka bir şey için değil, ancak iki melek olacağınız için yahud ebedî kalıcılardan olacağınız için yasak etti" (A’raf, 20) demesi gibidir. Diğer bazıları da bu ifadeye, “Onlara, putların ve soylu kimselerin de Allah katında şefaatçi olacaklarını; dünyayı ahirete tercih etmenin gerekli olduğunu söyleyerek vaadlerde bulun” manasını vermişlerdir. 

Netice olarak diyebiliriz ki: Bütün verilen bu manalar ve daha fazlası, yukarıda söylediğimiz genel manaya dahildir. Bu konuda geniş bilgi almak istiyorsan, büyük âlim Gazâlî’nin “İhya” adlı eserinin, “Zemmü’l Garûr” (Şeytanın kınanması) adlı bölümünü oku. Böylece, İblisin nasıl ortalığı karıştırdığının ana noktalarını anlarsın.

Aldatıcı Sahte Lezzetler

Bil ki Allah Teâlâ, “Onlara” buyurunca, bunun peşi sıra, şeytanın vaadlerini kabul etmemeyi sağlayacak bir ifadeyi getirerek, “Şeytan onlara bir aldatıştan başka ne vaad eder?” buyurmuştur. Böyle denmesinin sebebi şudur: Şeytan ancak şu üç şeye çağırır:

a) Şehvetin gereğini yerine getirmeye,
b) Öfkeyi neticelendirmeye ve
c) Riyaset (başkanlık ve liderlik) elde etme çabasına

O, kesinlikle insanı Allah’ı tanımaya ve Allah’ın hizmetinde bulunmaya çağırmaz. O üç şey ise, birçok açıdan görülmez:

1) Onlar gerçekte lezzet değildir.

2) O üç şey, aslında lezzet olsalar bile, köpekler, kurtlar, böcekler ve benzeri varlıklar arasında müşterek, dolayısıyla da adi lezzetlerdir.

3) Onların lezzet oluşu, tad verişi kısa vadelidir, geçicidir, çabucak son bulur.

4) Onlar, birçok yorgunluk ve meşakkat neticesinde elde edilirler.

5) Midenin ve avret mahallinin lezzeti, ancak birtakım kokan pisliklerin atılması (bedenden çıkarılması ile) tamamlanır.

6) Onlar devamlı değillerdir. Aksine onların peşinden ölüm, ihtiyarlık, fakirlik, zamanında yapılamamış işlere hayıflanma ve ölüm korkusu gelir. 

Dolayısıyla sayılan bütün bu hususlar, zahiren lezzetli görünseler de bu üç şeye sayılan bu büyük afet ve sıkıntılarla iç içe olduğu için, teşvik etmek bir aldatıştır. İşte Cenâb-ı Allah bundan dolayı, “Şeytan onlara bir aldatıştan başka ne vaad eder?” buyurmuştur.

Halis Kullara Şeytan Tesir Edemez

Bil ki Allah Teâlâ şeytana âdeta, “Elinden geleni yap” deyince, “Benim gerçek kullarım üzerinde hiçbir hakimiyetin yoktur” buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Bununla, Allah’ın bütün mükellef kulları kastedilmiştir. Bu, Ebu Ali el Cübbâî’nin görüşü olup, o şöyle demiştir: “Bunun delili, Allah’ın pek çok ayette, ‘Ancak sana tabi olanlar hâriç’ diyerek, şeytana uyanları bundan istisna etmesidir.” Ebu Ali el-Cübbâî sonra da, bu ayete dayanarak, İblisin ve ordusunun insanları çarpamadığını, akıllarını gideremediğini ve onlara vesvese veremediğini söyler, görüşünü şu ayetle destekler; “Benim sizin üzerinizde bir hâkimiyetim ve nüfuzum yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet ettiniz. O halde kusuru bana yüklemeyin, kendinizi kınayın” (İbrahim, 22) ve şöyle der: “Hem sonra şeytan eğer bunları yapabilseydi, daha büyük yara açabilmek için, faziletli, ilim sahibi kimseleri çarpardı. İnsanların aklı, şeytan tarafından değil, ancak bedenindeki bazı bozuk karışımların neticesi zail olur. Akıl hastalığının sebeblerinden birisinin de, insanın, şeytanın gelip kendisini korkutabileceğine inanması olabilir. Böylece onda bu hastalık meydana gelmiş olur.

İkinci Görüş: Ayetteki, “kullarım” ifadesi ile mü’minler kastedilmiştir. Çünkü Kur’ân’da, “kullarım” ifadesi, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, hep mü’minler için kullanılır. Bunun delili, bir başka ayetteki “o şeytanın hükümranlığı ve nüfuzu ancak onu dost edinenler üzerindedir” ifadesidir.

İnsanın Allah’ın Himayesine İhtiyacı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, “(Onlara) vekil olarak Rabbin yeter” buyurmuştur. Bu hususta iki bahis bulunmaktadır:

Birinci Bahis: Cenâb-ı Hak, İblis’e, yapma kudreti verip, bu da, insanın kalbinde şiddetli bir korkunun meydana gelmesine sebep olunca, “(Onlara) Vekil olarak Rabbin yeter” buyurmuştur ki, bunun manası şudur: “Şeytan her ne kadar kadir ise de, Allah Teâlâ ondan daha muktedir ve kullarına da herkesten daha merhametlidir. Binâenaleyh, Allah, insandan şeytanın vesveselerini uzaklaştırır, onu o şeytanın saptırma ve tahriklerinden korur

İkinci Bahis: Bu ayet-i kerime, “masumun” (korunmuş olanın), ancak Allah Teâlâ’nın koruduğu kimse olduğuna; insanın, kendisini dalâlet ve sapıklık noktalarından korumasının mümkün olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü, şayet insanın hakka yönelip batıldan kaçınması, ancak ve ancak bizzat o insanın kendi kudretiyle meydana gelmiş olsaydı, o zaman “insan, kendisini şeytandan koruma hususunda yeterlidir ve muktedirdir” denilmesi gerekirdi. Ama Cenâb-ı Hak böyle buyurmayıp, aksine, “Rabbin yeter” buyurunca, biz her şeyin Allah’dan olduğunu anlamış olduk. Bundan dolayıdır ki muhakkik alimler, “Allah’a karşı isyan etmekten, ancak O’nun korumasıyla korunabilir; Allah muvaffak kılmadıkça, Allah’a itaat olunamaz!” demişlerdir. Geriye, ayet hakkındaki şu iki soru kalmıştır:

Allah’ın Tehdidi Şeytanı Niçin Yola Getirmedi?

Birinci Soru: İblis, “Onların içinden gücünün yettiği kimseleri, sesinle yerinden oynat!” diyerek kendisiyle konuşanın, Alemin Rabbi olduğunu biliyor muydu, yoksa bilmiyor muydu? Eğer bunu biliyor idiyse, Cenâb-ı Hak, “Şüphesiz ki cehennem hepinizin cezasıdır, tastamam bir ceza” buyurmuştur. O halde daha niye, İblis onu doğrudan doğruya Allah’tan işittiği halde, bu şiddetli tehdit onu masiyetten ve günah işlemekten men etmedi? Yok eğer, bunu söyleyenin Alemin Rabbi olduğunu bilmiyor idiyse daha nasıl, "Benden şerefli kıldığın bu (adam da) kim oluyormuş" (isra, 62) diyebilmiştir?

Cevap: Belki İblis her şeyden şüphe ediyordu; yahut da o, hatırına gelen her şey hakkında, zan yoluyla konuşuyordu.

Şeytana Neden Mühlet Verildi?

İkinci Soru: Allah Teâlâ’nın, İblise, Kıyamet gününe kadar mühlet vermesinin ve onu vesvese vermeye muktedir kılmasının hikmeti nedir? Hakîm olan bir kimse bir şey yapmayı murad edip, falanca şeyin de onun meydana gelmesine mani olacağını bilince o, engelleyici olan o şeyi yapmaktan kaçınır.

Cevap: Biz (ehl-i sünnetin) görüşüne gelince, bu konu da gayet açıktır. Bunu, A’râf ve Hicr sûrelerinin tefsirinde zikretmiş, iyice açıklayıp ortaya koymuştuk.

...

Allah en iyisini bilendir
.

İmam Şafii'ye Sorulan Fıkıh Bilmeceleri



İmam Şafiî Hazretleri, henüz gençlik yıllarında halife Harun Reşid huzurunda, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed tarafından fıkıh bilmeceleriyle imtihan edilir. Şöyle sorarlar:

- Adamın biri bir koyun kesiyor. Sonra bir ihtiyaç için dışarı gidip dönüyor. Aile halkına diyor ki: "Bunu siz yiyin. Bu bana haram olmuştur." Onlar da "Biz de öyleyiz. Bunu yemek bize de haram oldu." diyorlar. Bu et neden haram olmuş?

İmam Şafii Hazretleri şu cevabı verir:

- O adam putperest idi. Koyununu da putlar adına kesmişti. Dışarı çıkınca Allah'ın hidayetiyle Müslüman oldu. Dönünce ailesine: "Allah Teala bana Müslüman olmayı nasip etti. Bu durumda daha önce kestiğim koyun bana haram oldu. Onu siz yiyiniz." dedi. Ev halkı bunu duyunca kendileri de Müslüman olmuşlar. Böylece o koyun onlara da haram olmuş.

İmam Şafiî Hazretleri'ne bir soru daha sorarlar:

- Adamın biri içmek için bir bardak su alıyor. Suyun yarısını helal olarak içiyor. Fakat bardaktaki suyun geri kalanı ona haram oluyor. Bu nasıl olur?

İmamı Şafiî Hazretleri buna da şu cevabı vermiş:

- Adam temiz suyun yarısını içtikten sonra, geri kalanın üzerine burnu kanamış. Kalan su kanla karıştığı için, onu içmek haram olmuş.

Son olarak bir soru daha sorarlar:

- Adamın biri, karısına içi dolu, ağzı bağlı ve mühürlü bez bir kese veriyor. Ona diyor ki: "Bu keseyi çözüp açarsan, mührünü sökersen yahut onu yırtarsan benden boş ol. Eğer keseyi boşaltmadan, ağzı bağlı ve mühürlü olarak geri verirsen yine benden boşsun." Bu kadın boşanmaktan nasıl kurtulur?

İmam Şafiî Hazretleri'nin cevabı şöyle olur:

- Bu kese şeker veya tuzla doludur. Kadın onu eriyinceye kadar suda bırakır. Böylece keseyi boş olarak geri verir.


(Fahreddin er-Râzi, Menâkıbü'l İmami'ş-Şafiî)

İmam Azam Ebu Hanife'den Şaşırtan/Susturan Cevap


Bize göre ve size göre...

Bir rafizi (Şii) İmam Azam'a (rh.a) gelip şöyle bir soru sordu:

- İnsanların en kuvvetlisi kimdir?

- Bize göre Hazreti Ali'dir, size göre ise Hazreti Ebu Bekir’dir. (Radıyallahü anhüma)

- Nasıl olur?

Çünkü Hazreti Ali hilafetin Ebu Bekri Sıddık'ın hakkı olduğunu bildi, kabul edip (kuvvet izhar ederek mertlikle) ona teslim eyledi. Size göre ise Ebu Bekri Sıddık, Hazreti Ali'den hilafeti zorla aldı. Fakat Hazreti Ali bir şey yapamadı.

Rafizi bu söz karşısında şaşırıp kaldı. (Diyecek bir söz bulamadı)





Adl, İhsan, Kurba, Fahşa, Münker, Bağy




Tasavvuf, en başta, Ahlakı güzelleştirmek için vardır ve gereklidir. Mesela kibirden kurtulmak için... Mesela riyadan kurtulmak için. İla ahir. Böyle 79 ahlak çeşidi var güzelleşmesi gereken.

Rasulullah efendimiz buyurdular: "Biz, güzel ahlakı itmam etmek için gönderilmişiz"... Mana olarak.

Yine buyurdular, mana olarak yazıyoruz: "Bizden sonra ümmetim taştan ağaçtan putlara tapmaz. Bizden sonra şirk, KİBİR ve RiYAdır..."

Öyleyse şirk tehlikesi, asıl, Tasavvufun dışındadır. Çünkü bu iki kötü ahlak ile birlikte bütün kötü ahlakın kamil ilacının tasavvuf olduğu ilmen ve TECRÜBE ile sabittir.

Her Cuma namazında okunan Ayet-i kerimeye göre: "Allah Teala, adli, ihsanı ve akrabaya alakayı emreder. Fahşayı, münkeri ve bağiyi yasaklar. Bu, Allah'tan bütün emir ve yasakları kapsayan bir öğüttür"... Mana olarak bu böyle. Hoca efendiler mealen söyleyip yuvarlak kelimelerle geçiştirirler. Bu Ayet-i Kerimenin tefsirlerine bakınız. Biz kısaca nakledelim:

Emirler:

1- Adl: Şeriat-ı Muhammediyye’nin ortaya koyduğu bütün hususlardır. Emirlerin tamamı. 

2- İhsan: Farzların üstüne nafileleri eklemektir. Takvadır. Seyr-i süluk ile hicret edip ahlakı güzelleştirmektir.

3- Akrabaya yardım: İhsan'ın en önemli kaidesi, yakınlara iyilik, yardım ve alakadır. O nedenle ayrıca vurgulanmakta.

Yasaklar

1- Fahşa: Bütün haramlar. Yasak fiiller.

2- Münker: Bütün bid'at ve sapıklıklar. Kitaptan ve Sünnetten kaymak. Dinde olmayanları dinmiş gibi kabullenmek.

3- Bağy: Büyüklenmek, kibirlenmek. Zalimlik. İsyan emek, yoldan çıkmak. 

Allah Teala, burada da kötü ahlakın en kötüsü olarak büyüklenmeyi, kibri vurgulamıştır.

Muteber tefsirleri okursanız bu manalara rastlayacaksınız inşallah...

Öyleyse; ahlakı güzelleştirmek, kibirden sakınmak yani şirkten uzak durmak bizlere bir emir ve nehiydir. Tasavvuf, bu emri ve nehyi hakkıyla yerine getirmek için vardır. Kimin için? Tarikata her giren için değil. Şeriatı ve Tasavvufu gerçekten yaşayanlar için. Tatbik etmeden mümkün değil. Dolaptaki ilacın, alınmadıkça vücuda ne faydası olacak?

Ayet-i Kerime, Nahl, 90'dır:


إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

Fi emanillah.

İnsanı Helake Götüren Kendi Nefsidir



Abdulhakim el Hüseyni Hz.leri buyurmuştur:

Hakikaten insan nefsini gübre olarak mülahaza etmedikçe su üstünde kalamaz. İnsan nefsini gördüğü müddetçe Rabbine kavuşamaz. Ne zaman nefsini öldürürse Allah’ına o zaman kavuşur.

İnsanı helake götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Karun gibi (haşa) ilahlık davasında bulunanlar ve helake gidenler, hep nefisleri yüzünden bu felaketlere uğradırlar, o hallere düştüler. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilahlık davasına kalkıştı. Çünkü nefis kendinden üstün hiçbir varlığın bulunmasını istemez. Büyüyüp terakki edip elde etmek için hiçbir şey kalmayınca, haşa, Allah’lık davası etmeye başlar. İşte onlar da haddini aşmış, azgınlaşmış nefislerinin iddiasına uydular.

Sanki Firavun kendisinin Allah olmadığını bilmiyor mu idi? Biliyordu tabii, söylediklerinin aslı olmadığını çok iyi biliyordu. Fakat maalesef büyüyen ve büyük iddialara kalkışan nefsine kendisi de uyuyordu. Çünkü nefsi, o kadar büyümüştü. Halbuki Firavun evveliyatında fakir bir kimseydi. Bir çobanın oğlu idi, babası çobandı. Kendisi ise bekçiydi. Bir gece inkilap yapıp padişahı öldürerek ve bir gecede padişahın sadık adamlarını ortadan kaldırmak suretiyle tahta geçtikten sonra nefsi azgınlaştı, büyüdü ve neticede başına büyük felaketler açtı.

İnsan biraz düşünsün ki Allah’ın azameti ve büyüklüğü karşısında ne kıymeti olabilir. İnsanın değeri, azamet-i Hüda karşısında bir pire kadar bile olamaz. Yaradılışına bir baksın neydi, nasıl meydana geldi, Allah (C.C.) kendini nasıl yarattı?

İşte böyle… İnsan kendi yaradılışını mülahaza ederse azamet-i Hüda karşısında aczini daha iyi görüp daha iyi anlar. Nefsinin telkinatına kanıp kendini bir şey zannetmez.

Her şeyden evvel insanın kendini tanıması lazım. Kendini tanımayan Allah’ı da tanımaz. Kişi kendini tanıması için evveliyatını düşünmesi lazımdır. Allah’a karşı durumunu düşünmesi lazımdır. Görecek ki insanın, azamet-i Hüda karşısında hiçbir kıymeti yoktur, bir pire kadar bile. İnsan kendi fakirliğini, aczini, biçareliğini görür ve bilirse Allah Teala o zaman onu yükseltir, onu ali eder, ona mertebeler ihsan eder. Şayet insan kendini bir şey olmuş zannederse o insan yok sayılır…

İnsan kendini adam olarak görmemeli; nefsine bu payeyi vermemeli, vücudunu ve nefsini yok bilmelidir.

Her türlü günah, kullara yapılan zulüm ve hakaretin hepsi nefsten geliyor, onun büyüklük taslamasından ve kibrinden geliyor. Ne zaman ki insan fakirliğini, aczini, kendinden aşağı bir mahluk olmadığını idrak etse, insanda kibir ve azamet kalmaz. İşte o zaman Allah’ın emirlerine göre hareket etmeye başlar.